Merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, her vesîleyle bizlere çok kıymetli nasihatlerde bulunurdu. Bu nasihatlerde en çok üzerinde durduğu husus, infaktı, yani Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf edebilmekti.
Derdi ki:
“Evlâdım, mutlaka riyâzat1 hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini yine Allâh için infak edin!”
“Riyâzat hâliniz sadece üç aylara mahsus olmasın. Riyâzâtı, yalnızca Ramazanlara da hasretmeyin. Onu, hayatınızın her safhasına yayın. Yani her zaman riyâzatla yaşayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak edin!”
“Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe Sarayı’nda da Topkapı Sarayı’nda da yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infak edilmeyen nîmetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”
Bu ölçü ve tavsiyeler etrafında bizleri yetiştiren Mûsâ Efendi, bunları uygulamamız hususunda da titizlik gösterir ve henüz çocuk yaşlarımızda iken aldığımız portakal veya elmayı kaça aldığımızı sorar ve:
“Çarşıdaki bütün fiyatları dolaştınız mı?” derdi.
İki liraya alınabilecek aynı kalitede bir şeyi üç liraya almayı israf sayar ve bizlere iktisatlı olmamız hususunda tenbihte bulunurdu. Kısacası kendine harcarken kılı kırk yarardı. Ancak Allah yolunda alabildiğine vermekten haz duyardı.
Bende kendisinden kalan bir defter mevcut. Orada zekât, hayır ve hasenat notları var. Muhterem pederim, ara sıra onu -riyâ olmasın diye- yalnız bana gösterir ve açıklardı:
“–Bak oğlum, zekâtım bu kadar, hayır ve hasenâtım da şu kadar…”
Her zaman hayır ve hasenâtı, zekâtına göre kat kat fazlaydı. Bunu benimle paylaşmasındaki maksat ise, aynı şekilde infaka teşvik edici bir edepti.
Onun infâkı da zaten bambaşka edep ölçüleri içerisindeydi. O, riyâzat içinde yaşayıp da yapmış olduğu infakları o kadar güzel bir İslâmî üslûp, nezaket ve zarâfet içinde yapardı ki, kime ne kadar verecekse onu güzel bir zarfın içine koyar ve üzerine de uygun bir hitaptan sonra şöyle yazardı:
“İkramımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.”
Yani o:
“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) âyeti mûcibince verdiğini doğrudan doğruya Allâh’a verebilme gayretindeydi.
Çünkü o, infakta Hazret-i Ebûbekir’i örnek almıştı.
Bu ahlâk ve edep, bize şunu telkin etmeli:
Bugün hangi güzel ameli yaparsak yapalım veya nasıl bir infakta bulunursak bulunalım, kendimizi toplumdaki noksan örneklerle değil, sahâbe-i kirâm ile mîzan etmeliyiz. Yani yaptığımız küçük hayırlar dolayısıyla topluma bakarak kendimizi cömert görmeyelim. Çünkü bugünün pek çok insanı, nefsânî hayatın sultası altında olduğu için yaptığı küçük bir hayrı, büyük zannetmektedir. Şu kıyası her zaman yapmalıyız:
“Kendimize ne kadar, kendimizin dışındakilere ne kadar?”
Hâsılı Allâh’ın rızasını kazanmak istiyorsak Mûsâ Efendi Hazretleri’nin yaptığı gibi sahâbe-i kirâmın ardınca koşmalıyız. Zîrâ Allâh’ın rızâsı ancak bundadır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“(İslâm dînine girme hususunda) öne geçen ilk muhâcirler ve ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
Dipnot: 1) Riyâzat: Nîmetleri kendi nefsi adına kullanırken kifâyet miktarıyla yetinmek.
ALINTI-OSMAN NURİ TOPBAŞ