Değme Bana Evlat!..
“-Bak oğul! Tam bu mevsimlerdi, «Başakların ermeye başladığı sıcaklar» derdi, annem, doğduğum günler için… İşte şimdi, yine bu sıcaklarla birlikte girdim, seksen beş yaşıma… Şu yüzümde gördüğün çizgilerin, elimde tutan nasırların, her birinin derin anlamları var.”
“-Kalbin var, uğraşma şu tarlayla, toprakla, ihtiyacın mı var, doymuyor musun?” diyorsun.
“-Biliyorum hastalandığımda da sana yük oluyor, eziyet veriyorum. Ama bilir misin evlat, her toprağa bastığımda, onu avuçladığımda içimin yangınını söndürüyor, öfkemi dindirmeye çalışıyorum.”
“-Tarlaya niye sabah ezanla gidiyorsun, üşütüyorsun!.. Bari günün ağarmasını bekle!..” diye kızıyorsun.
“-E kara gözlü oğul, ne olduysa bize, bu seher vakitleri oldu... O anlar, içimin kanadığı, yüreğimin parçalandığı demlerdir. Beşikte yetimlerin feryatla ağladığı, aksakallı kocaların “âh”larla inlediği demlerdir o zamanlar... Şu masmavi göklerin kızıla büründüğü, havanın barut koktuğu, gökten yağmur yerine ateş kıvılcımları yağdığı anlardır. Eğer bir gün gafletim kuşatır da, bu vakitlerde yatacak olursam, o gün kıyametim kopmuş demektir oğul! Bilmiş ol!...
Yanıyorum oğul! Yanıyorum! İçimden “hay” diye her inleyişimde, kıvılcımlar saçıyorum haberin var mı? Bu millet, zilleti şimdiye kadar bu nisbette hak etmedi. Bu millet, hiçbir zaman gaflete bu kadar esir olmadı, bu kadar şahsiyetsiz, kişiliksiz kalmadı. Yalanlara hiç bu kadar inanmadı. Bu âdetler, bu hayat bizim değil evlat.
Bizi doğuranlar, bu günler için; on beşinde can verip kara toprağa girenler, bu günler için ölmedi!.
Bak evlat! Başımıza ne geldi ise; bu gafletimiz yüzünden geldi.
Ne zaman ki, küçücük bir zafer kazandık, nefsimiz “Azıcık dinlen!..” dedi; düşman bir delik açtı, düşman dinlenmedi oğul!..
Nefsimiz ne zaman ki, azıcık galip geldi; hemen büyüklendi, ardından tembellikler, tavizler girdi yuvalarımıza.
Sonra mı?
Sonrası…
İşte ahvalimiz…
Gece yarılarına kadar oturup televizyonlara meftun, sabahları öğleye kadar gaflet…
Bereketsizlik, gâyesizlik, tembellik…
Ruhsuz, idealsiz toplum, her şeyden bîhaber, hasta bir gençlik…
Bizim âdetlerimiz, bize yabancılaştı. Biz, kendimizi tanıyamaz olduk. Yahudi’nin huylarını, huy edindik.
Peki olanlar kime oldu?! Olanlar körpecik yavrularımıza oldu!.. Daha doğarken binbir dertle doğdular. Boyunlarında ağır borçlar, hayatın tadından-tuzundan uzak, parçalanmış sevgisiz yuvalara yük hissettiler kendilerini…
Eğitimleri mi?! Hele onları hiç sorma!.. Adı “eğitim” diye oyalandı durdular yıllarca...
Ha, bazıları elbette okudu: doktor, mühendis oldu; amma… maalesef insan olamadı evlat!
Ama Mevla’ma şükürler olsun ki; yine de okuyup Allah diyen kimseler hürmetine, mâsum bebeler hürmetine, seherlerde duâlar eden ak saçlı kocalar hürmetine, başımıza taş yağdırmıyor, hâlâ mühlet veriyor Rabbim…
Ben de o yüzden bu saatlerde kendimi dışarılara atıp, duâlar ediyorum. Elimi en vefalı dost olan toprakla oyalıyorum. Meşgale, en iyi ilaçtır diye…
Hatta birçok zaman şu basıp geçtiğimiz toprakla söyleşiyorum, dertlerimi paylaşıyorum. Bazen de altındaki tahtadan evime hazırlık yapıyorum.
N’olur, değme bana evlat!..”
Seher Aydın