Mavi Kuş Göğü Sırtında Taşır
YER’LİLER GÖKTEN HABERSİZLER, dostum! Yer’liler gök’lülerin halinden birşey anlamazlar, gök’lülerin kanatlarına da erişemezler. Başörtüsü, başını göğe erdirenlerin derdidir ve yer’liler bu derde düşmemekten dertlidir. Tesettürü dava edinenlerin yer’lilerden birşey istediği, birşey umduğu yok aslında. Yer’liler onların önüne yüksekçe kapılar diktiler, kargacık burgacık yönetmeliklerle ayaklarına çelme attılar. Ama gök’lüler gözlerini yer’lilerin gözlerinin asla değemeyeceği yerlere diktiler. Yer’lilerin gözü bir tek koltuklarını görüyor, o yüzden onların kendi koltuklarına göz diktiklerini sanıyorlar. Sanıyorlar ki, onlar yer’lilerin yüzlerini yer’e yapıştırıp ağızlarının salyasıyla parlattıkları çerçöpe tenezzül ediyorlar. Sanıyorlar ki, yer’lilerin artıklarını kendilerine katık ediyorlar.
Yer’liler gökten habersizdirler. Ne güneşi batıdan beklerler, ne yağmura göğüslerini açarlar. Yer’liler sadece yerdekileri sever, sadece yerdekilerden korkarlar. Boş yere gök’lülerin kendi sevdiklerini sevmelerini bekler, kendi saydıklarına saygı duymalarını umarlar. Boş yere gök’lülerin de, yer’lilerin korktuklarından korkmalarını beklerler. En çok da gök’lülerin yer’dekileri kaale almamalarından korkarlar.
Önlerine yüksek yüksek kapılar diker, ayaklarına yer’li ve yersiz yasalardan tuzaklar kurarlar. Bakarlar ki, onlar kalblerini üniversite kapısının üzerindeki ‘fetih ayeti’ne satmışlar. Ve ellerinin ayası ve gözlerinin ucu hep göğe bakıyor. Kapının arkasında koltuklarına sıkı sıkıya yapışmışlar, kalın perdelerin karanlığına gömülmüş, süngüden ödünç alınmış iktidarlarına yaslanmışlar; çaresiz, ecellerini beklemeye devam ediyorlar. Kapı önündekiler ise gök’lü olmanın keyfiyle bakıyorlar yer’lilere. Yer’lilerin yuvalandıkları çukurları görüyorlar, battıkları batakları bir kanat çırpışıyla geçiyorlar.
Kapının arkasındakiler kapının önündekileri kıskanıyorlar. Evet, kıskanıyorlar. Yer’liler gök’lülerin kanatlarını kıskanıyorlar. Kendilerini bu dünyaya razı etmişken, onların bu dünyadan da fazlasını ve ötesini istemelerini anlamıyorlar. Tepine tepine yer’liliklerine ağlamak istiyorlar.
Gözyaşları bile yok yer’lilerin; hatta gözleri de... Gök’lülerin gözlerine değen ışık onlara karanlıklar getiriyor, göklülerin kanatlarını yıkadığı bulutlar yer’lilerin yüreğine kuraklıklar indiriyor. Gök’lüler yerin ve yer’lilerin engebelerinden azade, vadilerin ve dağların kıvrımlarından bağımsız kanat çırpıyorlar. Dünyanın iniş çıkışları onları ilgilendirmiyor. Kendilerini ‘kader kalemi’nin ucunda bir noktada var ediyorlar. Kanatlarının telekleri ‘kader’in çizgilerine vuruyor. Kaderden kanatları var hepsinin.
Hepsi birer mavi kuş. Ama illâ da mavi... Çünkü, mavi kuş kendini göğün rengine vermiştir. Gökten ayrı bir varlık iddiasında değildir. Gökyüzünün renginde fani olmuş ve mavi gökyüzünden kanatları olmuştur. O hürdür. Ve o gökyüzüdür. Yoluna taşlar durmaz, uçurumlar seferine mani olmaz.
Şimdi kapılar önünde bekleşenler aramıza inmiş mavi kuşlardır. Evet, görünüşte yer’lilerin yürüdüğü sokakları adımlarlar, yer’liler gibi sancı çekerler, tenleri yağmurda ıslanır. Dünya halleri onları da bağlar. Keder-sevinç, hüzün-neşe, başarısızlık-zafer, musibet-saadet, hastalık-sıhhat arasında onlar da konar göçer. Bu dünyada yaşarlar, fakat istedikleri zaman mavi kanatlarını açıp, ister bir dağın tepesinden, ister bir uçurumun dibinden havalanıp göğe karışırlar. Sanki yeryüzünde konakladıkları yerler onlar için bir bahanedir, ciddiye alınası değildir. Nihayet kanatları olan için bir vadinin loş kuytusu da, dağın aydınlık zirvesi de gökyüzüne eşit uzaklıkta değil midir?
Yer’liler bilmiyorlar. Tesettür göğe yakın olma telaşıdır. Tesettür, kadınlık izzetini örtüler ardında, mahremiyet bahçesinde inşa etme gayretidir. Tesettür, kendini sıradan ve ucuz şehvetler içinde yağmalatmaktan firar etmektir. Yer’liler bilmez bu saklı savaşı. Bilmezler ve anlamazlar gök’lülerin neden kendilerine kılıç çekmediğini. Gök’lüler başlarını göğe değdirme telaşındadır da, yer’liler yarına erişemeyen nabızlarında kan yerine kin dolaştırırlar.
Bu hayatın iniş çıkışları göklüleri hiç mi hiç ilgilendirmiyor. İlgilendikleri, içinde bulundukları halin nasıl ubudiyete dönüştürüleceği, hangi duaya vesile kılınacağı.
Sözgelimi, eğer hastalık haline giriftar olmuşlarsa, sıhhat haline olan ihtiyaçlarını ikrar ile birlikte, bu halin veriliş hikmetini düşünür ve o halde kaldıkça o halin ubudiyetini ve duasını yaparlar. Niyeti ubudiyet ve dua olan için, hastalık hali de, sıhhat hali de Allah'a kul olmaya eşit uzaklıktadır. Aynı şey fakirlik ve zenginlik için de söylenir. Ne zenginlik, ne de fakirlik kul olmanın vazgeçilmez şartı değildir. Fakirlik halimizi zenginlik haline çevirmek, eğer hikmeti gerektiriyorsa, Rabbimizin vazifesidir; ama zenginlik ya da fakirlik halini ubudiyet haline ve duaya çevirmek kulun vazifesidir.
Abd olmak, yani başını göğe değdirmek, içinde bulunduğumuz hale bağlı değildir. Her hal içinde abd olunabilir, her halin bir ubudiyeti vardır. Bu niyetledir ki, İbrahim’e (a.s.) ateş gül bahçesi olmuş, Yunus’a (a.s.) balığın karnı gemi olmuş, Eyyub’un (a.s.) pek çok yara ve beresi âfiyet vesilesi olmuş, Yusuf (a.s.) zindanı medreseye çevirebilmiştir. Onlar gök’lülerdi ve hayatları ile her hal içinde kul olmanın imtihanını verdiler ve Rableri de onların hallerini değiştirdi.
Şükür ki, bizim imtihanımız onlarınki kadar çetin değil. Çok engebeli değil hayatımız. Küçük küçük pürüzler üzerinde ine çıka yürüyoruz. Bir vadinin en derin yerinden alınıp, hemen bir dağın zirvesine çıkarılmıyoruz. Bir zindan mahkûmu iken, hemen ardından bir vezir yapılmıyoruz. Bir gün neşeli, diğer gün biraz karamsar oluyoruz; o kadar. Mevsimlerimiz yumuşak geçişli; yazın ortasından alınıp hemen zemherire atılmıyoruz. İniş çıkışlarımız o kadar derin değil. Hepsi hepsi bir gün kapılar açılıyor, öbür gün kapı önüne koyuluyoruz. Ama dizlerimizde bir yokuş yorgunluğu, dilimizde şikayetler...
Yoksa yer’lilerin en çok kıskandığı şeyleri, yani mavi kanatlarımızı mı unuttuk? Kader semâsının kuşu olduğumuz hatırımızdan çıktı mı yoksa?
Kendisini kaderin mahkûmu bilen, kimsenin mahpusu olmaz. O, parmaklıkların arkasında da olsa, kapının önünde de bekletilse, parmaklıkların önünde olanların, kapıları kapatanların mahpusluğunu görür. Böyle olmasaydı, Eskişehir’de bir cumhuriyet bayramında gülerek rakseden ‘lise mektebinin büyük kızları,’ okul bahçesinden görülen karanlık hapishane penceresinin ardındaki ihtiyar adam için ağlarlardı. Öyle olmadı; seksenlik Said Nursî yirmilik genç kızlar için ağladı. ‘Kaderin mahkûmu’ ‘nefislerin mahpusu’ olanlara ağladı. O gök’lüydü, kızlar da yer’de ve yer’lilerin elinde kalmışlardı. O göğü sırtında taşıyan mavi kuştu; yer’lilerin takıldıklarına takılmadı.
Şimdiyse kapının önünde beklemek düştü genç kızlara. Okul avlusunda gülerek raksetmedikleri için kapı önündeler. Başlarını göğe değdirmek için kapı önündeler. Ama asla yer’lilerin eline düşmeyecekler, yer’li olmayacaklar, ‘cumhuriyet bayramı’ geldi diye sevinemeyecekler de... Hem, ‘ihtiyar adam’ onlar için ağlamayacak; zira ağlaması gerekmeyecek...
Yeter ki, mavi kanatlarını hiç unutmasınlar. Mavi kuşlar olsunlar. Göğü sırtlarında taşısınlar.
Senai Demirci _Dar Kapıdan Geçmek (30-33)