Sünni İslamda yönetenin kişiliği, yönetimi nasıl ele geçirdiği hatta kişisel olarak dini akidelere bağlılığından çok toplum düzeninin İslami kurallara göre yapılandırılması önem taşıyor. Hilafet makamı da dini değil siyasi bir kurum olarak karşımıza çıkıyor.
Miyase İlknur
İslamın dünyevi bir din, yani hem din hem devlet olduğuna, İslami yasaların uygulanması için İslami yönetimin zorunluluğuna her iki ekol de iman eder. Farklılık, yöneticilik makamını tanımlamada ortaya çıkar. Sünni anlayışa göre hilafet makamı, dini değil siyasi bir kurumdur.
O nedenle meşruiyetini dinde aramaz. O makama gelecek kişiyi ümmetin iradesi belirler. Halifelik makamının Peygamber’le ilişkilendirilmesi ve Peygamber’in halefi olarak tanımlanması, bu makamın dini otorite olduğu anlamına gelmez. Bu durumda, dinsel bir otorite olmayan halifelik makamına oturan kişide de, ilahi ilim, ilahi tayin, masumiyet ve karizmatik özellikler aranmaz. Hem dinsel hem de siyasal otoriteyi birlikte temsil etme yetkisi sadece peygamberlere kitap ve hikmetle birlikte ilahi irade tarafından verilmiştir.
Sünni İslamda Peygamber’in de kendisinden sonra görev yapacak halifenin seçim işini ümmete bıraktığı, dolayısıyla imametin ümmetin tümü ya da ileri gelenleri tarafından seçebileceği konusundaki icma geçerlidir. Şiilikteki imam kavramı ile Sünnilikteki imam anlayışı farklıdır. Ehl-i Sünnet’in kelamcıları imamet kavramından siyasi otoritenin anlaşılması gerektiği anlamını çıkartırken Şii teologları, imamet kavramının hem dini hem de siyasi otoriteyi kapsadığını öne sürerler.
Ehl-i Sünnet’te yönetenin kişiliğinin, yönetimi nasıl ele geçirdiğinin, hatta kişisel olarak dini akidelere bağlılığının çok önemi yoktur.
İslami kurallara göre yapılanmalı
Önemli olan, devletin güvenliği ve toplumun nizamının İslami kurallara göre tesis edilmesidir. Sünni İslamın fıkhi ve kelami yapısı bu görüş üzerine şekillenmiş, ulema bu konuda icmaya (mutabakat) varmıştır. Sünni ulema, bu görüşü desteklemek için hadislerden ve Kuran’dan kendilerine göre deliller de üretmiştir. Gayet tabii Şia da kendine göre Kuran ve hadislerden deliller üretmede boş durmamıştır.
Ancak Sünni ulemanın vardığı bu konsensüsün Muaviye’nin halifeliğinden sonraki tarihlerde oluştuğu gerçeğini de göz ardı etmemek gerek. Muaviye’den sonra Emevi hanedanlığına dönüşen İslam toplumunda yöneteni açıktan eleştirecek ulemanın meşruiyeti ve itibarı tartışmalı hale geliyordu. Çünkü yöneticinin etrafında kümelenen ulemalar tarafından eleştiri mekanizması derhal devreye giriyordu.
‘Halifeler eleştirilebilir’ anlayışı Ebubekir ile başladı
Muaviye’ye kadar halifelik görevini icra eden Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali döneminde bunun tersi söz konusuydu. Hata, yanlış yapmaları halinde halktan kendilerini uyarmalarını, gerekirse biatlerini geri çekip yeni bir halife seçmelerini isteyecek kadar eleştiriye açıktılar. Nitekim halktan ve sahabeden halifeye karşı eleştiriler de hiç eksik olmuyordu. İlk halife Ebubekir, seçildikten sonra makamının eleştirilmez olmadığını şu sözleriyle ortaya koyuyordu:
“Ey İnsanlar! Ben de sizin gibi biriyim. Bilmiyorum… Beni Peygamber’in yapabildiği işlerden sorumlu tutabilirsiniz. Allah, Peygamber’i dünyalılara seçti ve onu afet ve felaketlerden korudu. Ona ismet bahşetti. Ben ise tabiyim, yeni bir şey icat etmiyorum, yani bidatçi değilim.”
Üçüncü halife Osman’ın icraatından memnun kalmayan halkın iki kez nümayişe geçip halifeyi konutu önünde onu protesto ettiğini, üçüncüsünde de işin çığırından çıkıp Osman’ın katledilmesine kadar vardığını biliyoruz.
Ali döneminin zorlukları
Ali halife seçildikten sonra kendisine biat verenlere yaptığı ilk konuşmada, icraatından memnun olmadıkları zaman görevi bırakabileceğini söyleyecekti. Nitekim, Ali’nin halife seçilir seçilmez hazineden kendisi de dahil herkese eşit pay dağıtılması emrine başta Zübeyir, Talha ve Ömer’in oğlu Abdullah karşı çıkmış, Ali’yi alenen mescitte eleştirmişlerdi. Halifeliği süresince sadece eleştiri değil saldırılara da maruz kaldı Ali. Tabii Osman’ın öldürülmesinden sonra başlayan anarşi ortamı, görünürde Osman’ın kan bedeli için yola çıkan, gerçekte ise halifelik davası güden Muaviye’nin de kışkırtmalarıyla doruğa tırmandı ve Ali’nin halifeliği süresince eksik olmayan iç savaşlar Müslümanları bunalttı. Haklılığı kabul edilmesine karşın Ali, bu iç mücadeleler nedeniyle eleştirilmekten kurtulamadı. Bu eleştiriler karşısındaki üzüntülerine ve yakınmalarına ilişkin Nech’ül-Belaga’da pek çok örnek görürüz. O günkü durumu anlamak için bir örnekle yetinelim:
Halifeliği sırasında ümmetten birisi Ali’nin yanına gelerek, “İlk iki halifeyi halk ittifakla desteklerken senin döneminde bu kadar ihtilaf neden çıktı?” diye sordu. Ali’nin bu kinayeli soruya yanıtı şöyle oldu: “Onlar benim gibi insanları yönetiyordu. Ben ise senin gibileri yönetmekteyim.”
İsyan dinden çıkmakla eşdeğer
Bütün bu örnekler de gösteriyor ki, İslamın ilk döneminde, yani Emevi hanedanlığına kadar halifeler, eleştirilmez değildi. Emevi Hanedanlığı’ndan itibaren Sünni ulema, ibadet ve itikadi konularda Peygamber ve sahabeyi örnek alırken, yönetimle ilişkiler konusunda bir tavır değişikliğine giderek, yönetime isyanı dinden çıkmakla eşdeğer görmüştür.
Yönetici adaletsiz de olsa ona itaat ve sabır farzdır. Belki bu durum, uzun yıllar enerjisini iç mücadelelere harcayan ve birbirlerinin kanını akıtan Müslümanların haksız ve zalim de olsa güçlü bir yönetimin otoritesine ihtiyaç duyması olarak da açıklanabilir.
Devletin bekası ve toplumun düzeni için böyle bir bakış açısını zorunlu gördüler. Ancak yine de bu anlayışın gelişmesinde iktidarı cebirle ele geçiren ve toplumu baskı altında tutan yöneticilerin payının olduğu daha akla yatkın. Bir diğer etken de iç mücadeleler nedeniyle fetihlere ara verilmesi ve bunun savaşçılara kaybettirdiği olası servetler. Yönetimi kutsama ve her türlü eleştiriden münezzeh kılmada bu iki etkenin payı göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir.
Batıni İslamdan Sünni İslama
Ehl-i Sünnet’te tartışılmaz konuma getirilen siyasi erk, dinsel kurumlara hükmetmeyi başardı. Ulema, devletin daha doğrusu yöneticinin emrine girmiş oldu. Şii gelenekte ise bunun tersine dini kurumların vesayeti, siyasi erkin üzerinden eksik olmadı.
Osmanlı’nın başlangıçtaki Batıni İslam anlayışını terk edip Sünni İslamı devlet dini yapmasının arkasındaki yatan neden de bu olsa gerek. Başıbozuk Türkmen toplumunu hizaya ancak yöneticiye karşı koşulsuz itaati farz kabul eden Sünni İslamla getirmek mümkün olabilirdi. Nitekim oldu da. Sünniliğin Ulü’l-emre itaat koşulu sayesinde Osmanlı sultanları koca bir imparatorluğu sorunsuz bir şekilde yönetebildiler. Buna mukabil Şii İran’da siyasi erk ile ulemanın mücadelesi bitip tükenmedi. İslam coğrafyası’ndaki totaliter rejimlerin baskıcı politikalarına karşın halkın olan biteni tevekkülle karşılamasını, belki de Sünni İslamın “Adaletsiz de olsa yöneticiye itaat farzdır” ilkesinde aramak gerek.
Halifeliğe dinsel kutsallık
Şii ulemasına göre, Muaviye’den başlayıp Osmanlı halifelerine gelinceye dek tüm halifeler, hem konumlarını güçlendirmek hem de toplum nezdinde itibar kazanmak için halifelik makamına dinsel bir kutsallık atfetme yönünde çalıştılar. Bunu gereği olarak da kendilerinden önceki özellikle de Peygamberden sonraki halifeleri yüceltmek ve hilafeti ilahi ve dini bir iş olarak göstermek için dine baskı yaptılar. Böylelikle hilafetin maddi ve dünyalık rengi kaybolup dini, ruhani ve kutsal bir boyaya büründü.
Şia’nın, bu konudaki eleştirileri sadece yöneticilerle sınırlı değildir; Sünni din bilginlerini de yöneticilerin konumlarını güçlendirmek ve onlara meşruiyet kazandırmak adına hadisler üretmekle suçlar ve sadece Kitab’ül-Emareh’te bu konuda 400’den fazla hadis olmasını, yöneticileri hoşnut kılmak isteyen Sünni ulemanın gayretkeşliğine bağlarlar.
‘Devletin bekası için, yöneten güçlü olmalı’
Ehli-i Sünnet’in yöneticiye bakışını daha iyi anlamak için Sünni ulemanın bu konudaki görüşlerini de anımsatmakta yarar var.
Memlük döneminin ulemalarından İbn Teymiye’ye göre, ümmetin birliği, siyasal birlik anlamına gelmiyordu. Adaleti sağlamak ve kişilerin davranışlarını sınırlamak için ümmetin içinde bir otorite olmalıydı; bu otorite birden fazla egemen eliyle yürütülebilirdi. Hükümdarın iktidarı nasıl ele geçirdiği, onu nasıl kullandığından daha az önemliydi. Hükümdar devlet işlerini şeriatın sınırları içinde yürütmeli ve ulema ile işbirliği içinde hükmetmeliydi. Hükümdarın adaletsiz ya da zayıf itikatlı olması halinde, herhangi bir düzen anarşiden daha iyi olduğu için, ona gene de itaat edilmeliydi. Ancak Allah’ın ve onun resulünün emirlerine açıkça karşı çıkan bir hükümdara karşı çıkılabilirdi.
Gazali de, “Bir sultanın yüzyıl süren tiranlığı, tebaanın birbirine karşı bir yıllık tiranlığından daha az hasara neden olur” sözü ile Sünni İslam için toplumsal düzenin ne denli önemli olduğunu vurguluyor. Aynı Gazali, en ünlü kitabı İhya’da, İslam tarihinin belki de en zalim ve dini akidesi en zayıf yöneticisi olarak bilinen Yezit’in Peygamber’in torunu Hüseyin’i ve aile efradını Kerbela’da katletmesini bile eleştirmekten çekiniyor.
İslamın başarısı için
“Yezit ve benzerlerine lanet etmek, fıkhi açıdan caiz değildir. Onun İmam Hüseyin’i öldürme emri verdiği ve bu işe razı olduğu kesin olmadıkça ve de onun Müslümanlığı açık olduğu müddetçe ona lanet etmek caiz değildir. Çünkü nebevi hadislere ve diğer sahih belge ve delillere göre, Müslümana lanet etmek haramdır.”
Sünni bakış açısına göre, devletin bekası ve İslamın başarısı için yönetenin güçlü olması önkoşuldur. Onun ameli ve adil olup olmaması o kadar önemli değildir. Bu konuda son örnek Sünni inancının önemli fakih ve kadılarından Abdülkerim Hatip, bir kişinin hilafeti zorla elde etmesi halinde ona itaat edilip edilmeyeceği yolundaki soruya bakın nasıl yanıt veriyor:
“Zorla biat etmeye neden olan üçüncü yola gelince, bu yol, güçlü ve ihtişam sahibi bir kişinin zorlamasından ibarettir. Bu görevi yürütecek yetkili bir imam olmadığında güçlü bir kişi kalkar da askeri gücüyle biat almaksızın ya da biatı sahih olan kimse tarafından vekil olarak atanarak halkı hegemonyası altına alırsa, bu durumda ona itaat farz olacaktır… Ta ki Müslümanların işleri düzene girsin ve birlik sağlansın. Cehalet ve fısk bu olaya engel değildir.
İmamet, zorla, baskı ile akdedilse ve bu şekilde imam olan kişiye başka ferd kıyam etse ve önceki şahıs yenilse, bu durumda Müslümanların maslahatı, birlik olmalarının zorunluluğu hakkında söylediklerime göre ilk şahıs azledilmiş ve sonraki şahıs da imam olmuş olacaktır. İşte bu nedenleydi ki İbn Ömer, Hurre olayında ‘Biz galip gelenle birlikteyiz’ demişti.”