RavzaGul.com
RavzaGul.com
RavzaGul.com
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

RavzaGul.com


 
KapıAnasayfaGaleriLatest imagesKayıt OlGiriş yap

 

 Risale-î Nur'dan Seçmeler

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
nurgül
Admin
Admin
nurgül


Mesaj Sayısı : 3494
Nerden : İstanbul
Reputation : 3
Kayıt tarihi : 04/11/09

Risale-î Nur'dan Seçmeler Empty
MesajKonu: Risale-î Nur'dan Seçmeler   Risale-î Nur'dan Seçmeler Icon_minitime23.03.10 1:51

Risale-î Nur'dan Seçmeler


‘Duanız Olmasa Ne Öneminiz Var?’ / Bediuzzaman Said-i NURSÎ
Nurdan_Secmeler Mizgîn/Müjde –
“Ey insanlar! Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?" mealindeki âyetin beş nüktesini dinle.

BİRİNCİ NÜKTE
Dua, kulluğun büyük bir sırrıdır. Belki kulluğun ruhu hükmündedir. Çok yerlerde zikrettiğimiz gibi, dua üç çeşittir.

Birinci Çeşit Dua: Yetenek-yaratılış diliyledir ki, bütün hububat, tohumlar, yetenek diliyle Fâtır-ı Hakîme dua ederler ki,
"Senin nakşedilen isimlerini ayrıntılı göstermek için bize yeşerme imkanı ver. Küçük hakikatimizi filizlendir ve ağacın büyük hakikatine çevir."

Hem şu yetenek lisanıyla dua çeşidinden birisi de şudur ki: Sebeplerin toplamı, sebeplerin sonucunun var edilişine yönelik bir duadır. Yani, sebepler bir vaziyet alır ki, o vaziyet bir lisan-ı hal hükmüne geçer ve sebeplerin sonucunu, Kadîr-i Zül Celâl'den dua eder, isterler. Meselâ su, ısı, toprak, ışık, bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki, "Bu çekirdeği ağaç yap, yâ Hâlıkımız" derler. Çünkü, o kudretin mucizeli harikası olan ağaç, o şuursuz, donuk, basit maddelere havale edilmez, havalesi boşunadır. Demek, sebeplerin toplamı bir çeşit duadır.

İkinci Çeşit Dua: Fıtrî ihtiyaç halinde olma diliyledir ki, bütün hayat sahiplerinin gücüne ve imkanları dahilinde olmayan ihtiyaçlarını ve isteklerini ummadıkları yerden, uygun vakitte onlara vermek için, Hâlık-ı Rahîmden bir çeşit duadır. Çünkü, güçleri ve iradeleri dışında, bilmedikleri yerden, münasip vakitte onlara bir Hakîm-i Rahîm gönderiyor. Elleri yetişmiyor; demek o ihsan, dua neticesidir.
Elhasıl, bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye çıkan, bir duadır. Sebep olanlar, sebeplerin sonucunu Allah'tan isterler.

Üçüncü Çeşit Dua: İhtiyaç dairesinde şuur sahiplerinin duasıdır ki, bu da iki kısımdır.

Eğer zorda kalma derecesine gelse veya fıtrî ihtiyaca tam ilişkili ise veya yetenek lisanına yakınlaşmışsa veya sâfi, hâlis kalbin lisanıyla ise, kesin sonuçları ile makbuldür. İnsanlık ilerlemesinin buluşlarının büyük kısmı, bir çeşit dua neticesidir. Medeniyet harikaları dedikleri şeyler ve buluşlarında övünç sebebi zannettikleri emirler, mânevî bir dua neticesidir. Hâlis bir yetenek diliyle istenilmiş, onlara verilmiştir. Yetenek diliyle ve fitrî ihtiyacın diliyle olan dualar dahi, bir mâni olmazsa ve şartlar dahilinde ise, daima makbuldürler.

İkinci kısım: Meşhur duadır. O da iki çeşittir: Biri fiilî, biri sözlü. Meselâ çift sürmek fiilî bir duadır. Rızkı topraktan değil; belki toprak, rahmet hazinesinin bir kapısıdır ki, rahmetin kapısı olan toprağı sabanla çalar.

Diğer kısımların açıklamalarını atlayıp, yalnız sözlü duanın bir iki sırlarını, gelecek iki üç nüktede söyleyeceğiz.

İKİNCİ NÜKTE

Duanın tesiri büyüktür. Özellikle dua bütünlük kazanarak devam etse, netice vermesi galiptir, belki süreklidir. Hattâ denilebilir ki, alemin yaratılış sebeplerinden birisi de duadır. Yani, kâinatın yaratılışından sonra, başta insanlık alemi ve onun başında İslâm alemi ve onun başında Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın muazzam olan duası, alemin yaratılışının bir sebebidir. Yani, Âlemlerin Yaratıcısı, gelecekte o zâtı, insanlık namına, belki varlıkların hesabına bir ebedi mutluluk, bir Allah'ın isimlerini isteyecek bilmiş, o gelecek duayı kabul etmiş, kâinatı yaratmış.

Madem duanın bu derece büyük önemi ve genişliği vardır. Hiç mümkün müdür ki, bin üç yüz elli senede, her vakitte, beşer aleminden üç yüz milyon, cin ve insan ve melek ve ruhlarından had ve hesaba gelmez mübarek zatlar, ittifak halinde zât-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında büyük İlâhi rahmet ve ebedi saadeti ve amacın oluşması için duaları nasıl kabul olmasın? Hiçbir şekilde mümkün müdür ki, o duaları reddedilsin?

Madem bu kadar bütünlük ve genişlik ve devamlılık yetenek diliyle ve fıtrî ihtiyaç derecesine gelmiş. Elbette o zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, dua neticesi olarak öyle bir makam ve mertebededir ki, bütün akıllılar toplansa, bir akıl olsalar, o makamın hakikatini tamamıyla idrak edemezler.

İşte, ey Müslüman, senin mahşer gününde böyle bir şefaatçin var. Bu şefaatçinin şefaatini kendine çekmek için, sünnetine kendini bağla.

Eğer desen: Madem o Habîbullahtır. Bu kadar salâvat ve duaya ne ihtiyacı var?

Elcevap:
O zat (a.s.m.) bütün ümmetinin mutluluğu ile ilgili ve bütün ümmet fertlerinin her türlü mutluluklarıyla sorumlu ve her çeşit musibetleriyle endişe sahibidir. İşte, kendi hakkında mutluluk mertebeleri ve olgunluğu hadsiz olmakla beraber, hadsiz ümmet fertlerinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz türlü türlü mutluluklarını hararetle arzu eden ve hadsiz türlü türlü sıkıntılarından üzüntülü olan bir zat, elbette hadsiz salâvat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.

Eğer desen: Bazen kesin olacak işler için dua edilir: Meselâ güneş ve ay tutulması namazındaki dua gibi. Hem bazen hiç olmayacak şeyler için dua edilir.

Elcevap: Başka Sözlerde izah edildiği gibi, dua bir ibadettir. Kul, kendi güçsüzlüğünü ve muhtaçlığını dua ile ilân eder. Görünen maksatlar ise, o duanın ve o dua edilecek ibadetlerin vakitleridir; hakikî faydaları değil. İbadetin faydası âhirete bakar. Dünyevî amaçlar elde edilmezse, "O dua kabul olmadı" denilmez. Belki "Daha duanın vakti bitmedi" denilir.

Hem hiç mümkün müdür ki, bütün ehl-i imanın bütün zamanlarda devamlılık içinde büyük bir saflıkla ve şiddetli istekle ve dua ile istedikleri ebedi saadetin onlara verilmesin ve bütün kâinatın şahitliğiyle hadsiz rahmeti bulunan o Kerîm-i Mutlak, o Rahîm-i Mutlak, bütün onların o duasını kabul etmesin ve ebedi mutluluk var olmasın?

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Sözle yapılan duanın kabul edilişi iki şekildedir. Ya istenilen şeyin aynısı ile kabul olur, veyahut daha fazlası verilir. Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. "Duası kabul olunmadı" denilmez. "Daha güzel bir surette kabul edildi" denilir. Hem bazen kendi dünyasının mutluluğu için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. "Duası reddedildi" denilmez. Belki, "Daha faydalı bir surette kabul edildi" denilir, ve diğerleri...

Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz O'ndan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, doktorun hikmetini kötülememeli. Hasta bal ister; uzman doktor, sıtması için sulfato(sıtmanın ilacı) verir. "Doktor beni dinlemedi" denilmez.

Belki âh ü feryatlarını dinledi, işitti, cevap da verdi, amaçlananın iyisini yerine getirdi.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

Duanın en güzel, en lâtîf, en leziz, en hazır meyvesi, neticesi şudur ki:
Dua eden adam bilir ki, birisi var ki onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder. Onun kudret eli herşeye yetişir. Bu büyük dünya hanında o yalnız değil; bir Kerîm Zat var, ona bakar, ünsiyet verir. Hem onun hadsiz ihtiyâçlarını yerine getirebilir ve onun hadsiz düşmanlarını def edebilir bir Zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek bir ferah, bir gönül genişliği duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp Elhamdü lillâhi Rabbi'l-Âlemîn der.

BEŞİNCİ NÜKTE
Dua kulluğun ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. Çünkü dua eden adam duasıyla gösteriyor ki:
"Bütün kâinata hükmeden birisi var ki, en küçük işlerime ilgisi var ve bilir. En uzak isteklerimi yapabilir. Benim her halimi görür, sesimi işitir. Öyleyse, bütün varlık aleminin bütün seslerini işitiyor ki, benim sesimi de işitiyor. Bütün o şeyleri O yapıyor ki, en küçük işlerimi de O'ndan bekliyorum, O'ndan istiyorum."
İşte, duanın verdiği hâlis tevhidin genişliğine ve gösterdiği nur-u imanın tatlılık ve sâflığına bak, "De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?" (Furkan,77) sırrını anla ve "Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin, size cevap vereyim." (Mümin, 60) fermanını dinle denildiği gibi, eğer vermek istemeseydi, isteme vermezdi.

"Allah'ım! Efendimiz Muhammed'e, âline ve ashabına, ezelden ebede kadar ilm-i İlâhîdeki mevcudatın adedince salât ve selâm et; bize ve dinimize selâmet ver. Âmin. Her türlü hamd ve övgü, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur

"Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm-i Hakîmsin." (Bakara Sûresi,32).

Sadeleştiren: Ömer AYBAR

http://www.ihvanforum.org/risale-i-nur
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://nurgulce.blogspot.com
nurgül
Admin
Admin
nurgül


Mesaj Sayısı : 3494
Nerden : İstanbul
Reputation : 3
Kayıt tarihi : 04/11/09

Risale-î Nur'dan Seçmeler Empty
MesajKonu: Geri: Risale-î Nur'dan Seçmeler   Risale-î Nur'dan Seçmeler Icon_minitime23.03.10 1:52

Nur'un İlk Kapısı
Nur'un İlk Kapısı… / Bediuzzaman Said-i NURSÎ
Nurdan_Secmeler
Mizgîn/Müjde

"Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek suretiyle satın almıştır." (Tevbe, 111)

Ey insan! Nedendir ki şu büyük ticarete girmiyorsun? Rabb-i Kerim, senin yanında emaneten koyduğu mülkünü senden satın almak istiyor, tâ ki ziyan olmaktan korusun. Hem bin derece kıymeti yükselsin. Hem bedeline büyük bir fiyat veriyor. Hem istifaden için senin elinde bırakıyor. Hem idare külfetini kendisi yükleniyor. İşte sana beş mertebe kâr içinde kâr!

Halbuki, ey gafil, Ona satmadığından, emanete hıyanet ettin. Hem bütün bütün kıymetten düşürdün. Hem faydasız şekilde senin elinde ziyan olacak. Hem o yüksek fiyat elinden gidecek. Hem senin zimmetinde, günahıyla idare yükü ve elemi ile koruma zahmeti kalacak. İşte, beş müthiş derecede zarar içinde zarar!

Şu halinle öyle miskin bir adama benzersin ki, o adam bir dağda bulunur.
O dağda öyle bir zelzele var ki, bütün örneklerini sırayla derin derelere atıp, ellerinde olan her şeyi parça parça ediyor. Nöbet, o adama gelmek üzeredir. Halbuki o adamın elinde bir emanet var. O emanet, öyle süslü, mücevherli ve şaşırtıcı bir makinedir ki, o makine içindeki hesapsız ölçüler ve âletlerle, nihayetsiz faydalar ve semereler verebilir.

O elîm halde iken, gördü ki, makinenin hakikî sahibi tarafından gelen bir adam der ki:
Efendim senden bu emaneti satın almak ister. Tâ ki bu dereye düşmenle beraber boşuna kırılmasın, muhafaza etsin. Ve sen dereden çıktıktan sonra, kırılmayacak bir şekilde yine sana teslim edecek.

Hem o âletleri ve mizanları, geniş bostanlarında ve kıymetli maden ve hazinelerinde kullanacağı için, o âletler ve o mizanlar gayet kıymetli sonuçlar ve çok ücret ve semereler verirler ki, bütün o kârı sen alırsın. Şayet satmazsan, kıymetsiz ve âdi birer âlet olarak kalacak. O acayip ve nâzik âletleri gayet daracık evinde ve küçücük haşin tarlanda kullanıp kıracaksın, ateşe atacaksın.

Hem sana büyük bir ücret verecek. Hem dağda bulundukça senin elinde kalacaktır. Yalnız yukarı kulpunu, yukarıdan indirdiği bir zincirle bağlamak ister. Tâ ki ağırlığını senden alıp sana ağırlık vermesin. Külfeti seni tâciz etmesin. Eğer satmayı kabul edersen, Efendimin hesabıyla, onun namıyla ve onun izni dairesinde güzelce kullan. Ne hüzün çek ve ne de kork. Nasıl ki bir nefer atını devlete satar. Kendi de asker olur. Atının üzerine biner. Masrafı devlete ait; keyif ve sefasını o nefer çeker. Eğer ölse, "Devletimin canı sağ olsun" der.
Şayet bu beş derece kârlı satışı kabul etmezsen, beş derece zarar içinde emanete hıyanet edeceksin; ziyan olunca da sorumluluğu kazanacaksın.
İşte temsili anladın. Şimdi hakikate bak:
Evet, o dağ, yeryüzüdür. Miskin adam da, fakir insandır. Zelzele de, yokluk ve ayrılıktır. Dere de, kabirle âlem-i berzahtır. O makine senin, duygu, aygıt ve farklı inceliklerle, güzelliklerle donatılmış, canlı vücudundur. Görüyorsun ki, bunlar bozuluyorlar, faydasız gidiyorlar. Satın almak isteyen, senin Hâlık'ındır. O Hâlık'ın, Resulü vasıtasıyla der ki: "Şu emanetimi, güya senin malın imiş gibi Bana sat ki ziyan olmasın. Hem zararlı bir şekilde yok olmasın. Sen ebedi ve faydalı sonuçlar vermiş bir şekilde o malına tekrar kavuşabilesin. Hem o hayat içindeki aygıt ve güzellikler Benim namım ve hesabımla kullanıldığı vakit, sonsuz kıymetli ve hadsiz ebedi sonuçlar verecek."

İşte o mizanlar ve âletler ise, insani duygular ve inceliklerdir. Meselâ, göz, Allah hesabına kullanılsa, şu büyük kâinat kitabının bir inceleyicisi ve şu süslü varlıkların bir seyircisi ve şu sanatlı çiçeklerinin bir arısı olarak ibret ve mârifet ve muhabbet balından, nur-u şehadeti kalbe akıtır. Eğer nefis hesabına kullanılsa; geçici, fâni bazı güzellikleri seyretmekle, heves ve şehvetin âdi bir hizmetkârı olur.

Meselâ, dildeki tatma kuvveti satılsa, Rahmanü'r-Rahîm'in rahmet hazinesinin gözetleyicisi ve nimet matbaasının bir müfettişi hükmünde bir vazifelidir. Satılmazsa, mide tavlasının bir kapıcısı hükmüne düşer.

Meselâ, akıl satılsa, Esmâ-i İlâhiyenin bütün hazinelerinin anahtarı ve kâinatın hakikatlerinin keşfedeni hükmünde değerli ve pahalı bir cevher olur. Satılmazsa, mâzinin hazin elemlerini ve geleceğin korkularını biçare beşerin başına yükleten uğursuz bir âlet hükmüne düşer.

İşte, bütün alet ve insani aygıtları bunlara kıyas et. Eğer o alet ve aygıtlar Allah'a verilse, bâki birer elmas olurlar. Eğer verilmezse, fâni birer şişe olurlar.

Elhasıl: Cenab-ı Hak, sana verdiği kendi mülkünü, senden pahalı bir kıymetle satın alıyor. Yine senin için muhafaza ediyor.

Ey beşer, bak: İki sada senin kulağına geliyor. Biri Kur'ân-ı Hakîmin semâvî sadasıdır.
Der ki: Sat, kârlısın. "Asıl hayata mazhar olan, elbette âhiret yurdudur."(Ankebut, 64) diyor. Diğeri, küfrün, felsefe terbiyesinin vesvesesidir ki, "Sen kendine maliksin" der. Seni "Bizim için ancak dünya hayatı vardır." (En'âm, 29/ Mü'minûn, 37) diyenlerden etmek ister. Bu nurlu huda ile, şu uydurma dehâ arasındaki farkı gör; tâ kör olmayasın…
…………………………………………………………………

“Kim bu dünyada hakka karşı körlük ederse, işte o âhirette de kördür ve yolca daha şaşkındır." (İsrâ, 72)

"Allah'ım "Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan sâlih kullarının yoluna ilet-gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil." Âmin.

"Bu dünya hayatı bir oyun ve oyalanmadan başka birşey değildir. Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur." (Ankebut, 64)

Ey iradesizce, hızla kabre, haşre, ebede giden Said-i şakî! Bil ki:
Uzun ve kısalığı ölçüsünde iki hayatın ihtiyaçlarını karşılamak için, Mâlik-i Kerîm sana bir ömür sermayesi verdiği halde, sen o sermayenin büyük kısmını ebedi hayata kıyası, bir denizin bir damla seraba kıyası gibi olan şu fani hayat damlasında ziyan ettin. Eğer aklın varsa, elde kalan kısmının yarısını veya üçte birini veya en azından onda birini deniz gibi olan ebedi hayata sarf et. Yoksa, "Eyvahlar olsun" diyeceğin bir zaman gelecek. Şaşırtıcıdır ki, senin gibi ahmaklara âkıl ve ilim sahibi deniliyor. Şu temsili dinle:

Meselâ, şu bir hizmetçi kuldan daha ahmak görünüyorsun ki, onun seyyid-i kerîmi, ona yirmi dört altın veriyor. Onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Yemen'e gönderiyor. Ve emrediyor ki:

"O altınları, yolculuk ihtiyaçlarında harca. Lâkin Antalya'ya kadar, mecburen iki gün yayan gideceksin. Hem, bir nevi seçme hakkın var. O altınları bir şeyde sarf etsen de, etmesen de yine gideceğin yere yetişebilirsin. Lâkin Antalya'dan sonraki diğer menzillere gitmekte, bir açıdan seçim senin elindedir. Eğer bir vesika veya bir bilet alabilir ve bir vapura veya bir trene veya bir uçağa binebilirsen, bir aylık mesafeyi bir günde kat edebilirsin. Yoksa, hem yayan, hem yalnız, hem şaşkın, hem kovulmuş bir şekilde yoluna devam edeceksin."

Halbuki, o aptal, ahmak yolcu, yirmi üç altınını iki günlük mesafede harcadı. Ona denildi ki:
"Şu bâki kalan bir altını, o uzun yolun için, bir azık ve bir bilete ver. Ümit edilir ki, seyyidin sana merhamet eder, rahatla gidersin."

O dedi ki:
"Yok, şimdiki rahatımdan vazgeçemem. Bir ihtimal var ki, fayda vermez."
Ona denildi:
"Acaba bu derece ahmaklık olur mu ki, senin aklın sana nasıl fetva veriyor? Yarı malını, bin adamın iştirak ettiği bir piyango kumarına atarsın. Halbuki o kumarda, bin ihtimalden bir ihtimalle, belki bin lirayı kazanabilirsin.

Hem nasıl oluyor ki, şu menfaatperest aklın sana fetva vermiyor ki, yirmi dört parça malından tek bir cüz'ünü verirsen, binde dokuz yüz doksan dokuz ihtimalle, tükenmez hazinelere zafer bulacağın, milyonlar ehl-i hibre ve uzman şahitlikleriyle kesinlik kazanmıştır? Halbuki, böyle büyük menfaatler için, bir tek sıradan kimsenin verdiği haber dahi dikkate alınır… "Şöyle bu işin ehillerinin, alimlerinin bildirdikleri, nasıl oluyor ki, sana tesir etmiyor? Cehalet ve gafletin ne kadar kalınlaşmış?"

Ey namaz kılmayan! Misali anladınsa, hakikati dinle:
O misafir kul sensin. Burdur, dünyadır; Antalya, kabir. Şam, berzah ve haşirdir. Yemen, haşir ve sonrasıdır. Yirmi dört lira da, yirmi dört saattir. Sen, o yirmi dört saatin yirmi üçünü, şu fâni hayata tereddütsüz ve korkusuzca harcıyorsun. Pek uzun seferin için gerekli azık olan beş vakit namazın edasına, bir saatin sarfında gevşeklik gösteriyorsun. Yani, ağır davranıyorsun. Hattâ sarf ettiğin vakitte bir hisse de dünyaya çıkarıyorsun ki, namaz içinde dünyanı da düşünüyorsun.

Halık-ı Kerîmin bu kadar az bir şeyle şu kadar büyük şeyleri sana verdiği halde sen yapmazsan, senin bu insafsızlığınla Cehennem sana lâyık olmaz mı ve sen ona müstehak olmaz mısın, ey gafil ve ey namazı terkeden?

Elhasıl:
VAKTİ ÇIKMADAN ÖNCE NAMAZA; ÖLÜMDEN ÖNCE DE TEVBEYE KOŞUNUZ!

(Sadeleştiren: Mücella MERSAN)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://nurgulce.blogspot.com
nurgül
Admin
Admin
nurgül


Mesaj Sayısı : 3494
Nerden : İstanbul
Reputation : 3
Kayıt tarihi : 04/11/09

Risale-î Nur'dan Seçmeler Empty
MesajKonu: Geri: Risale-î Nur'dan Seçmeler   Risale-î Nur'dan Seçmeler Icon_minitime23.03.10 1:53

İman Hem Nurdur Hem de Kuvvettir


İman Hem Nurdur Hem de Kuvvettir / Bediüzzaman Said-i NURSî
Nurdan_Secmeler Mizgîn/Müjde
İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve, imanın kuvvetine göre, hâdiselerin baskısından (sıkıştırmasından) kurtulabilir. "Tevekkeltü alâllah" der, hayat gemisinde tam bir emniyetle, hâdiselerin dağlarvâri dalgaları içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın kudretine emanet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, ebedi saadete girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.

Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül iki dünya saadetini gerektirir. Fakat yanlış anlama. Tevekkül, sebepleri tamamen reddetmek değildir. Belki, sebepleri, kudret elinin perdesi bilip riayet ederek; sebeplere teşebbüsü ise, bir nevi fiilî dua telâkki ederek, sonuçları yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir gemiye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:

"Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et."
O dedi: "Yok, ben bırakmayacağım. Belki yok olur. Ben kuvvetliyim; malımı belimde ve başımda muhafaza edeceğim."

Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran Sultan'ın şu emniyetli gemisi daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya divanedir diye seni kovacak; ya "Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle alay ediyor. Hapsedilsin" diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü, dikkat ehli olanların nazarında zaafı gösteren büyüklenmenle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren yapmacık hareketlerinle kendini halka alay konusu yaptın. Herkes sana gülüyor" denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. "Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum" dedi.

İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve kendini beğendirmeye çalışmaktan ve maskaralıktan ve ahiretteki belalardan ve dünyevi sıkıntıların hapsinden kurtulasın.

İMAN İNSANI SULTAN EDER
İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın asli vazifesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

Şu meselenin binlerce delillerinden, yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye açık ve kesin bir delildir. Evet, insaniyet, iman ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü, hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, kabiliyetlerine göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün hayat şartlarını ve kâinatla olan münasebetini ve hayatın kanunlarını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı yaşam gücünü,bilgisini ve tecrübelerini yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur.

Demek, hayvanın asli vazifesi, ilimle-eğitimle mükemmelleşmek değildir; ve marifet elde ederek gelişmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek değildir. Belki vazifesi,kabiliyetlerine göre çalışmaktır, amel etmektir,fiili ibadettir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, herşeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına cahil; hattâ yirmi senede tamamen hayat şartlarını öğrenemiyor. Belki ömrünün sonuna kadar öğrenmeye muhtaç, hem gayet âciz ve zayıf bir surette dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark eder; beşeri hayatın yardımıyla, ancak menfaatlerini elde edebilir ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın fıtri vazifesi, ilimle-eğitimle kemale ermektir, dua ile ubudiyettir. Yani, "Kimin merhametiyle böyle hikmetle idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle güzel bir şekilde besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği ihtiyaçlarına dair Bütün İhtiyaçları Karşılayan Zat'a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın kanatlarıyla yüce kulluk makamına uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla kemale ermek için gelmiştir. Mahiyeti ve kabiliyetleri itibarıyla herşeyi ilme bağlıdır. Ve bütün hakiki ilimlerin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır (Allah' bilmektir) ve onun esas usulü de Allah'a imandır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle sonsuz belalara maruz ve hadsiz düşmanlarının hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz ihtiyaca tutulmuş ve nihayetsiz isteklerinin karşılanmasına muhtaç olduğundan, fıtraten asli vazifesi, imandan sonra, duadır. Dua ise kulluğun esasıdır.

Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksadına muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün hayat sahibi âlem içinde nazik, nazenin, nazlı bir çocuk hükmündedir. Rahmânü'r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, maksadına ulaşsın veya elde ettiğinin şükrünü eda etsin. Yoksa, bir sinekten yaygara koparan ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, "Ben kuvvetimle, bu zapt edilmesi mümkün olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acayip şeyleri zapt ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum" deyip nimete küfredip sapmak, insaniyetin asli fıtratına zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.

Sadeleştiren: Deniz TURSUN


http://www.ihvanforum.org/risale-i-nur/70255-risale-i-nurdan-secmeler/
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://nurgulce.blogspot.com
nurgül
Admin
Admin
nurgül


Mesaj Sayısı : 3494
Nerden : İstanbul
Reputation : 3
Kayıt tarihi : 04/11/09

Risale-î Nur'dan Seçmeler Empty
MesajKonu: Geri: Risale-î Nur'dan Seçmeler   Risale-î Nur'dan Seçmeler Icon_minitime23.03.10 1:55

Kürtlere Hitap
Kürtlere Hitap / Bediuzzaman Said-i NURSÎ
Mizgîn/Müjde

KÜRTLER’E HİTAP

"Hikmet-i İlahi" denilen, kainat merkezinin nizamı ve telgraf hattı gibi bütün aleme uzanmış ve dağılmış Nurlu İlahi Kanun'un esası olan İlahi Hikmet, ufukların ötesinden kader elini kaldırmış, size emrediyor ki: "Parçalanmışlık sonucu su gibi damla damla olmuş hamiyet ve kuvvetinizi, İslamiyet'in milliyet fikri ile 'bir ve beraber' ediniz.. Atomların birbirini çektiği gibi (siz de birbirinize yapışıp) milli ve umumi bir gücü teşkil ederek Kürt gibi büyük bir kitleyi küre gibi çeviriniz. İslam güneşinin ışıklarına bağlı olmanın ölçüsü ile de umumi düzeni (oluşturup) muhafaza ediniz.

Hem de "Hürriyet" denilen, Sübhan ve Ararat dağları gibi, özgür dağların onurlu zirvesinde ayağa kalkmış, nefsin ve kulun esareti altına girmeyi yasak etmiş, başkalarının hakkına tecavüz etmeyerek Şeriat'a dayanmış olan Hürriyet, yüksek bir seda ile sizin gibi mazinin en derin derelerinde gafil ve parçalanmış olan millete: "Cehalet ve fakirliğe hücum için fen, sanat ve silah başına! İleri arş" emrini veriyor.

Hem de "Hakikat" denilen, tabakaların altında örtülü ve hapis kalmış, zulüm tabakasını mahvedip ortadan kaldırmışken; gafletin hafifliği ile hareketlenmiş ve ayağa kalkmış olan Hakkın Habercileri size her yönden haber veriyor ki: "Özünüzde Kader Eli'nin(Allah'ın) ektiği yeteneklerinizi ve gücünüzü fiile çıkarmanın ve milletinizin özünde saklı bulunan bu özelliklerinizi eğitimin hayat suyu ile sulamanın zamanıdır. Yoksa kuruyacak veyahut nefessiz kalacaksınız".

Hem de "İhtiyaç" denilen, medeniyetin babası ve yükselmenin sebebi olan muhtaçlık sillesini kaldırmış size hükmediyor: "Ya hayat ve hürriyetinizi bu vahşet sahrasında boğduracaksınız veya medeniyet meydanında fen, sanat, balon, trene binerek geleceğinizi karşılayacak ve o medeniyeti oluşturan kabiliyetlerinizi yeniden kazanarak olgunluğun Kabesine koşacaksınız."

Hem de "Milliyet" denilen mazi derelerinden, hal sahralarından ve geleceğin dağlarından birer sembol olan Rüstem-i Zal ve Selahaddin-i Eyyübi gibi Kürt deha sahibi kahramanlarından aynı çadırda oturan bir ailesiniz. Herkesi kendi haysiyet ve şerefi ile şereflendiren ve yüce olan hayatın modeli olan o Milliyet fikri, size kesin bir emirle emrediyor: "Ta her biriniz bu büyük milletin hayat aynası, saadetin koruyucusu, bütün milletin içinde örnek bir şahıs olunuz. Şimdiki gibi bir şahıs değil, bir millet kadar büyüyeceksiniz. Zira amacın büyümesi ile yardım da büyür ve milliyetin yeşermesi ile ahlak ta olgunlaşır ve yükselir."

Hem de her bir olgunluğun sebebi, koruyucusu olan cesaret ve milli namus emrediyor: Nasıl ki şimdiye kadar akıldan kalbe kanal açıp aklı kuvvete vererek eğitiminizi kılıcın keskin kenar çizgilerinden öğrenerek maddi yiğitlikte yükseldiniz. Şimdi ise kalbten akıla kanal açınız. Kuvveti aklın yardımına gönderiniz. Ta ki medeniyetin akıl meydanında milli namusunuz ayaklar altında olmasın."

Evet, mazinin sahralarında keşmekeşliğinize sebebiyet her birinizdeki ağalık isteği, başına buyrukluk ve bencillik vasıflarınızdır. Şimdi ise bunu fikirsel gelişim, şahsi teşebbüs ve hürriyet fikrine dönüştürmelisiniz. Hatta diyebilirim ki başkalarının suskun medreselerine karşılık sizin gürültülü olan medreseleriniz birer parlamento olma niteliğini taşıyor. Ve iman arkasında Fatiha okuyuşlarınız ve semavi ile ruhani vızıltılarınız gösteriyor ki mezhep, medrese ve hamiyet olarak özünüzdeki şer'i yönetim yeteneği olduğuna dair kaderin yerleştirdiği bir işaret vardır.


Divan-ı Harbi Örfi, Hatime
İçtima-i Reçeteler, 1990, İstanbul

Sadeleştiren: Ömer AYBAR
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://nurgulce.blogspot.com
nurgül
Admin
Admin
nurgül


Mesaj Sayısı : 3494
Nerden : İstanbul
Reputation : 3
Kayıt tarihi : 04/11/09

Risale-î Nur'dan Seçmeler Empty
MesajKonu: Geri: Risale-î Nur'dan Seçmeler   Risale-î Nur'dan Seçmeler Icon_minitime23.03.10 1:58

M. Sıddık Şeyhanzade İle Risale-i Nur Üzerine Röportaj

M. Sıddık Şeyhanzade İle Risale-i Nur Üzerine Röportaj
_Roportaj Risale-î Nur'dan Seçmeler Siddik_
Mizgîn/Müjde

Hocam, kendinizi tanıtır mısınız?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Ben, aslen Bingöl merkezinde, eski adıyla Çapakçur vilayetinde doğdum. Orada büyüdüm, orada orta öğretimi bitirdim. Üniversiteyi de Ankara İlahiyat Fakültesi’nde okuyup, oradan mezun oldum.



Mizgîn: Risale-i Nur ile ilk tanışmanız ne zaman oldu?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Risale-i Nur ile tanışmam, 1958 yılında rahmetli dedem Hacı Sait’i ziyarete gittiğimizde oldu. Bingöl’de Hacı Halil diye bir zat vardı. Şerif adında bir ağabeyimiz. İlk dersi üçüncü mes’eleden alarak Asa-ı Musa’yı okuyorlardı. O zaman demiştim; “gerçekten bende büyük etkiler uyandırdı.”
O günden bugüne kadar elhamdülillah Risale-i Nur Cadde-i Kübra-i Kuraniye’sinde devam etmekteyiz, hizmetlerimiz devam etmektedir. Okumaktayız, anlamaya çalışmaktayız. O günden bugüne kadar bütün istikamet dairesinde, Risale-i Nur dairesinde vazifemizi yürütüyoruz, elhamdülillah.

Mizgîn: Bundan önce oldukça enteresan bir çalışmanız oldu. Üstadın kaleminden İçtima-i Reçeteler 1–2… Said-i Nursi’nin değişik zamanlarda ve ortamlarda; toplumun sosyal, siyasal, kültürel ihtiyaçlarına binaen söylediği ve kaleme aldığı risalelerdi. Bugünlerde de Bediüzzaman Said-i Nursi’nin Lisanından “Orta Şarktaki Milletlerin Yeniden Dirilişi- İttiba-i Kur’an” isimli Risale-i Nur Külliyatı içinden derlediğiniz oldukça hacimli, güzel bir çalışmanız var. Siz böyle bir çalışmayı neden gerekli gördünüz?
M. Sıddık ŞEYHANZADE: Bu kitabı 2007 senesinde neşrettim. Ben Eski Said ve Yeni Said’in iyi anlaşılmasını istiyorum. Eski Said’in bütün ifadelerini bu kitapta topladım. Bu, çalışmamın birinci cildidir. İnşallah yakında Yeni Said’in dilinden Bediüzzaman’ın Kürtler hakkındaki bütün görüşlerini bir araya toplayacağım. Kimileri, özellikle batıdakiler, devamlı Eski Said ile Yeni Said’i birbiri ile karıştırmışlar. Eski Said’in Kürt bilinci olduğunu, Yeni Said’in ise Kürt bilincinin tamamen uzak olduğunu ifade ediyorlar. Ben de bunun böyle olmadığını ifade ediyorum. Eski Said ve Yeni Said’in bir ümmet amacı içinde, Kürdistan’ın da bir gerçek olduğunu, hitabelerini ve görüşlerini, beyanlarını kitaplarımda göreceksiniz.

Belirttiğim gibi Üstad’ın analizlerinde üç türlü milliyet vardır. Bir, menfi milliyet, iki müspet milliyet, üç mukaddes İslam milliyeti… Menfi milliyet, ırkçılık demektir ki Üstad’ın ifade ettiği ırkçılık ise bir milletin başka bir milleti içinde eritmesi, onu yutması, diğer milletten beslenmesidir. Maalesef bugün Türkiye’deki bazı Nurcularda bile Üstad’ın tel’in ettiği bu ırkçılık etkileri vardır.

Üstad’ın tarif ettiği müspet milliyet ise herkes kendi milletinin muhabbetini ilan etmesi, başka milletleri ve haklarını inkâr etmemesi gerekir. Müspet milliyette tearüf, teavün, tehabbüb vardır. Ne anlama gelir? Teavün, yardımlaşma için, tehabbüb sevmek için, tearüf birbirlerini tanımak içindir. Bir askeriyedeki taburlar gibi her taburun ayrı olmasıdır.

Mizgîn: Eski Said ve Eski Said ne demektir? Kısaca tarif eder misiniz?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Ben Eski Said, Yeni Said ile ilgili kısaca olarak size şunu ifade edebilirim. Kendi tabiridir, kendi ifadesidir. Benim yorumum yok, sadece ve sadece ben makes(ayna) olmaktayım. Onun ifadesini size nakletmiş olayım. Bediüzzaman diyor ki “Yeni Said’in Kur’an eczanesinden aldığı ders, iman hakikatleridir.” Bu cümleyi tekrar edersek Yeni Said’in Kur’an eczanesinden aldığı ders iman hakikatleridir.
Bu kendi ifadesidir. Eski Said ise diyor; içtima-i hayattan aldığı dersler Hutbeyi-i Şamiyye ve Zille gibi eserler… “Ben hasta olduğum için onlar benim namıma sizinle konuşsunlar diye onları telkin ediyorum.” Bakın, iki Said’i de kendisi ifade etmiştir. İki Said’i de Külliyat-ı Nur’da, benim bastırdığım eserde, “Orta Şarktaki Milletlerin Yeniden Dirilişi” kitabımda bunları beyan etmişimdir. Eski Said, tamamen Osmanlı devrinde yapılan içtima-i –sosyal hayatta, adalet nizamı içerisinde, bir padişahla idarenin İslami olmadığını haykırmıştır. Fakat bugün bazı talebeler bunu anlamakta çok ta noksandırlar. Anlamakta zorlanıyorlarsa bu onların nakıslıklarındandır. Yoksa Bediüzzaman Hazretleri’nin hiçbir zaman için İslam’ın dışında bir fikri olmamıştır. Bütün zamanını, bütün anını, bütün düşüncesini sadece ve sadece Kur’an-ı Hâkim’in bu zamanda bir mucizesi olan Risale-i Nur gibi bir eserin, külliyatın meydana gelmesine vakfetmiştir. Ve ekseriyetle baktığımız zaman neşrettiğim 400 sayfalık kitapta göreceğiz ki, tamamen Bediüzzaman’a aittir. Benim 5–10 sayfa izahım olabilir, ama eserleri tamamen Bediüzzaman’ı konuşturarak ortaya dökmüşümdür. Ve gerçekten “mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil uzvun reçetesi İttiba-i Kuran’dır” ifadesi yer almaktadır.

Mizgîn: Bunu biraz bize açıklar mısınız? Buradaki bu mariz bir asır, hasta bir unsur, alil bir uzuv denilmekle ne kastedilmektedir?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Uzundur izahı. Yeni kitapta da okursanız bunu göreceksiniz. Ki mariz bir asır hasta bir asırdır ki 20. yüzyıl hasta bir asırdır. Mariz bir asrın, hasta bir unsurun (milletin), kim bu unsur, İslam içerisinde hasta bir unsur olan Kürt milletidir. Hasta bir asrın, alil bir uzvun bir unsurun reçetesi İttiba-i Kuran’dır.

Bugün Diyarbakır’da hadiselerin en kritiği oluyor. Oluyorsa bunun tek sebebi vardır. Başka sebepler aranmamalıdır. Tek mesele unsurların farklı olmasındandır. Ve bunlara -farklı milletlere- yapılan zulümler, galebelerdir. Bunlar ise fıtrata muhaliftir. Buna karşı bir tepki doğmaktadır. Bunun için gerçekten tam bir adaletli, tam bir uhuvvetin, tam bir ittihadın olması için unsurlar arasında tefrik yapılmaması lazım. Bir milletin inkâr edilmemesi lazım. Bir milletin tahkir edilmemesi lazım. Her millet; kendi kültürüyle, kendi tarihiyle eğitim yapmalıdır.

Mizgîn: Külliyatı nasıl ele almak gerekir? Külliyatı bazıları parçalıyorlar, on dört parça alıyor, bazıları 24, bazıları da 6 parça alıyor. Bunu nasıl görüyorsunuz?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Maalesef on dört cilt olarak basılmış en başta. O zaman ilk basıldığı zaman tarih 1956-1957’dir. O tarihlerde basılmış. Ki o zaman Tahsin Tola milletvekiliydi, onun riyaseti altında kitaplar basılıyor. Belli kısıtlamalar vardı, ama yine izin verdiler. Fakat belli bir çerçeve altındaydı. O zaman bazı tahrifatlar da oldu. Bu gerçek. Bediüzzaman’ın kendisi ifadesi diyor ki: “Ben Latinceden tek bir harf bile tanımıyorum.” Yani bunu iyi bilmemiz lazım. Yani “Bediüzzaman’ın kendisi tahsis(değiştirme) yapmıştır” diyenlerin kulakları çınlasın. Beni onların aleyhlerinde konuşturmaya zorlamayın. Ben gerçeği söylüyorum. Bediüzzaman’ın kendisi, “latinceden tek bir harf bilmiyorum” diyor. Hatta bir gün Allah kendisine rahmet eylesin Mustafa Acet abi diyor: “bir sandığın üzerine çıktım, duvara çivi çakıyordum.” Üstad kızdı bana: “hemen aşağı in” dedi. “O gazetelerin üstüne çıkma, sen görmüyor musun, onun üzerinde harfler var, kelimeler var, yazılar var. Onun üzerine nasıl çıkabiliyorsun?” Mustafa Acet abi aktarıyor: “Yazılar da Latinceydi. Bununla beraber Üstad’ın yazıya olan hürmetinden dolayı, dedi ki sen yazı olan bir tahtanın üzerine çıkmazsın” diyor. Bu kadar meseleye dikkate diyor.

Mizgîn: Bazıları külliyatları ele aldığı zaman Eski Said eserleri külliyatı dâhil değil. Ama Eski Said devrinden de bazı kitapları külliyatın içine almışlar, bazıları gene almamışlar. Bunu kısıtlamaların sebebi nedir?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Ben de eski şeyimde çok ifade ettim de. Mustafa Acet diye bir zat vardı. Ankara’da bulunuyordu. Bediüzzaman’ın yakın talebelerindendi. Emirdağlıydı. On seneden fazla Üstad’a bizatihi fiilen hizmet etmiş. Yemeklerini yapmış, çamaşırlarını yıkamış yani bütün hizmetlerinde bulunmuş bir zattı. Şu an Ankara’da Diyanet’te bulunuyor. Biz 1982 yılında Envar Neşriyatı satın aldık, Şer’an… Ama Şer’an satın aldığımız bir kitabı, depoları boşaltarak kaçırdılar; o ayrı bir olay. Ben de bunun üzerine Ankara’ya gittim. Ve durumu anlattım kendisine. O zaman dedi ki, bak dedi ben, bugüne kadar Risale-i Nur hizmetinde bulunuyorum. Ben Üstad’ı zamanın Mehdisi biliyorum. O bakımından ona tabi olmuşumdur. Ama senin anlattığın hadiseden dolayı bir Cewşen ve Tesbihat yazmışım dedi. Onu da ben sana hediye ediyorum. Sana veriyorum, onu bas dedi. İlk olarak sana teklif ediyorum. Ve dedi ki Üstad dün akşam benim rüyama geldi.

Üstad, 1960’da Urfa’ya giderken beni çağırdı. Kendisiyle görüştüm, dedi ki, Mustafa kardeş, ben bugün Urfa’ya gidiyorum. Urfa’ya giderken bir emanet var. O emaneti sana teslim etmek istiyorum. Ve seni seçtim, reyim senden yanadır. Ve bu emaneti sana veriyorum. Ona emanet ediyor ve ağzı kapalıydı, mühürlüydü. Üstad’ın kendi mührü vardı. Dedi bunu sakın açma. Yalnız günü ve zamanı gelecek, onun sahibi çıkacak, sen de o sahibine teslim edersin dedi. Yıl 1982. Yıl 1960, Mustafa Acet’e verilmiş. Mustafa Abi’ye Envar Neşriyat hakkında olan bitenleri anlatınca, bana dedi ki, dün akşam Üstad rüyama geldi. “Emaneti sahibine teslim et” deyince, sen de buraya gelince dedim ki, bu iş bitti. Bu işin sahibi geldi. Ve bana tuttu bütün külliyatı, ana eserleri verdi. Üstad’ın tahsis ettiği nüshaları, hepsi ama hepsi. Hatta Latince Üstad’ın zamanında, 1959’da basılan Münazarat bile vardı. Şimdi bende hepsi duruyor. Bütün külliyat bende duruyor. Eski Said dediğimiz, ne var orda, İşarat’ül İcaz ordaydı, bende var. Hem Osmanlıcası, hem Latincesi, Mesneviye Nuriye, Muhakemat da vardı. Bütün eserleri, külliyatı, o çuvalın içerisinde, mühürlüydü. Biz onları elhamdülillah açtık. Üstad’ın ne yazdığı bütün orada var, kendi tashih ettiği nüshaları orda ben gördüm ve gerçekten ben bunu çok iddia ediyorum. Çünkü başka bir ihtimal da yok, bende 4–5 tane nüsha var.

Mizgîn: Üstad’ın sözlerini çarpıtma olayı var. Mesela bazıları tarafından Üstad’ın: “25 milyon Türklerin namına bir Said değil, bin Said feda olsun.” dediği iddia ediliyor. Bu gerçek midir?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Bu sözü nerde söylemiş, kim söylemiş? Ben bunu araştırdım ve bunun dergisini buldum. 1952 yılında basılan Sebilür Reşat mecmuası. Orda diyor ki: “20 milyon Türklerin namına değil, yüzer milyon âlem-i İslam cemaati namına bir Said değil, bin Said feda olsun.” Maalesef, latince bastıkları ibarede 25 milyon diyorlar. Tabi bir nüfus artışı olmuş ya, 25 milyon demişler! 25 milyon Türk’ün namına! Neuzibillâh! Bir İslam âlimi, müceddi azam’a ırkçılık vazifesini koyuyorlar. “25 milyon Türkiye’nin namına bir Said değil, bin Said feda olsun” bırakmışlar Bu kadar tahrifat arşa yükseldi.

Benim yaptığım, bununla beraber Külliyat’ta, hatta bazı yerlerde, Üstad bu sisteme karşı en müteyakkız insan iken, maalesef yazmışlar “hükümetin şahsi vazifesine karşı” dedirtmişler. Bu kadar büyük bir cihet de var. Bunu artık saklayamazlar. Nereye kadar saklayacaklar? Hâlbuki Üstad böyle bir tabir kullanmamıştır. Kullansaydı böyle bir ibareyi, bu kadar ağır işkence ve sürgün hayatını yaşamazdı. Külliyatta bunu göstermişimdir, izah etmişimdir.

Mizgîn: Hocam, bu kitaba baktığımız zaman Eski Said’in tüm yazdıkları var mı?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Üstad’ın 1910’dan 1920’ye, 1922’ye kadar bütün yazdıkları var.

Mizgîn: Hocam, burada Münazarat sayfa 18’den iktibas ettiğiniz “Onun adına yürüttüğü davayı anlamak için muhterem hocamızın tabiriyle “Kürt cesedini bürümek ve vahşi libasını giymek lazımdır. Yoksa ne dinlemesi helal olur ne de okunması!” Bu cümlenin anlamını biraz bize açıklar mısınız?
M. Sıddık ŞEYHANZADE: Nur talebesinin anlaması için Münazarat’ın bu cümlesine dikkat etmesi lazım. Kürt libası-elbisesi giymezse, vahşi külahını başına geçirmezse ne okumak helal olur. Yani bunların Risale-i Nur’u dinlemeyi dahi helal etmeleri için bunu iyi anlamaları lazım.

Mizgîn: Yani burada Bediüzzaman diyor ki, beni anlamanız için, kendinizi Kürdün yerine bırakmanız mı lazım?
M. Sıddık ŞEYHANZADE: Onun halet-i ruhiyesi içinde, onun şartlarını iyi anlaman, iyi bilmen, Bediüzzaman’ın hayat tarzını iyi düşünmen ve o şartlar içerisinde mütalaa etmen gerekir ki anlayabilesin. Onun için gerçekten Risale-i Nur’u anlamakta zorlanıyorlar. Münazarat risalesi için Sait Özdemir’e dedim ki, ben Münazarat’ı basarken, aslını senden istedim, sen vermedin. Bende tashihli nüshası olduğu için ben de baktım, ama bakıyorum ki bugün 29 yerinde değişiklik yapılır. Münazarat’ın 29 yerinde değişiklik var. Ben yaptığım tahsislerden bunu neşrettim. Bir karşılaştıralım dedim. Kalktı getirdi. Allah şahittir, tam 29 yerinde yapılan tahribatları bizzat gördüm. Dedi ki: “Sıddık kardeş, çok dikkat etmek gerekir”. Ben de dedim ki; “Hayırlı sabahlar! Daha yeni mi dikkat edeceksin? 29 yerde tahribat var”.
Mizgîn: Sadece Münazarat’ta 29 tahrifat yapılmış. Diğerleri de cabası…

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Onun için benim sesim yetişse, bütün küre-i arza ilan ediyorum.
Almanya’da bir kadın grubu geldi. Dediler ki: “Biz diyorduk ki, nasıl ki Kur’an’ın hükmü bakidir, Risale-i Nur da Kur’an gibidir. Nasıl değişebilir?”

Dedim ki: “Bak bacım Kur’an hakkında bir ayet var. “Biz onu inzar ettik. Ancak onu biz muhafaza ederiz.” Bunu biliyor musun?” “Biliyorum” dedi. Ama hadis için böyle bir ayet var mı? Binlerce hadis uydurulmuş iken kimse bir kitap için böyle bir iddiada bulunamaz.

Mizgîn: Risale-i Nur’da yapılan tahrifatlar daha çok nerede yapılmıştır?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Allah ikidir diyemeyecekleri, herkesin bildiği şeyleri yapamayacakları dışında içtimai, sosyal ve ırki meselelerde tahrifatlar yapılmıştır.

Mizgîn: Allah, çalışmalarınız için sizden razı olsun. Eğer bugün bir kişi, tahrif edilmemiş Risale-i Nur’a bakmazsa, tahrif edilmiş Risale-i Nur’a bakarsa Üstad’ı devletçi görecektir, sisteme entegre olmuş görecektir.
M. Sıddık ŞEYHANZADE: Biz Nur talebeleri; Kuran’a tabiyiz, bize yalan yakışmaz. Onun için ben, Said-i Kürdi’ye Said-i Nursi demem. Onun devrindeki kendi tabiri budur. Devamlı kendi imzasını atmıştır, kendi ifadesi ile kendisine Said-i Kürdi demiştir. Bende eserleri vardır. Yeni Said devrinde dahi, Said-i Kürdi imzasını kullanmıştır.
Mizgîn: Bediüzzaman, Nursi ismini niçin ve ne zaman kullanmaya başlamıştır?
M. Sıddık ŞEYHANZADE: 1935 yılında soyadı kanunu çıkınca, kanunlar diyor ki, bir insan Said-i Kürdi, Kürdizade Bey tabirlerini kullanamaz. O kanundan sonra Üstad’a demişler ki sen soyadını değiştir. Onlar demiştir ki; “Okur” soy ismini koyalım. Üstad demiştir, bu ne anlamdır? Okur demektir, yani okumak anlamındadır. Üstad demiştir, ya ben Nursluyum, Kürdistanlıyım. Onlar demiş ki Kürdistan tabiri yasaklanmıştır. Onun için 1935’ten sonra imzaları Said-i Nursi’dir. Ben bunu iddia ediyorum, ben iftira etmiyorum. Gerçeği söylüyorum ve gerçeği yazıyorum.

Mizgîn: Bediüzzaman’ın soyadı kanunundan önce de bazen Said-i Nursi ismini kullandığı söylenmektedir.
M. Sıddık ŞEYHANZADE: Hayır, hayır kullanmamıştır. Benim dediğim tarihe 1935’e kadar kendisi bizzat Said-i Kürdi demiştir. Meseleyi iyi bilmemiz lazım. Araştırma yapmak lazım. Bediüzzaman hazretleri Sözler’e 1926 yılında başlamıştır, o zaman yazmıştır. Ve ben kendim bizatihi gördüm. Said-i Kürdi tabirleri var. Fakat sonra yazılar kitaba dökülünce 1946–1947’de kitapları basılınca; Sözler’de, Lemalar’da, Said-i Nursi tabirini kendisi kullanmıştır. O zaman Nursi tabirini tercih etmiştir. Bunda da bir şey yoktur.
Mizgîn: Birçok soru var kamuoyunda… Soruların muhatabı olarak Risale-i Nur varsa bile Risale-i Nur’un tam olarak bugünkü lisanda anlaşılamadığı, bazıları tarafından doğru basılmadığını görünce, toplumda bir kargaşa oluşmuştur Üstad hakkında. Örneğin Bediüzzaman’ın yurtseverlik ve ırkçılık arasında, o zamanki anlamıyla menfi milliyetçilik, müspet milliyetçilik arasında bir ayrım belirtiyor. Burada fark nedir, Bediüzzaman nasıl bir fark bırakmıştır?
M. Sıddık ŞEYHANZADE: Bediüzzaman ırkçılık hakkında çok görüşleri vardır veya açıklamaları vardır. Şimdi Üstad, bütün külliyatlar incelendiği zaman milliyeti üçe ayırmaktadır. Diyor ki bir menfi milliyet var, bir müspet milliyeti var birde mukaddes İslam milliyeti var. Bediüzzaman’ın hayatına bakıyoruz hiçbir devresinde –yani bir insan hem İslam âlimi olsun hem de içkici olsun. Böyle bir şey düşünülebilir mi?- aynen onun gibidir. Bediüzzaman hiçbir zaman için o çizdiği çizgiler çiğnememiştir ve devamlı olarak müspet milliyetçilik etmiştir.
Mizgîn: Nedir bu müspet milliyetçilik?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Müspet milliyetçilik, “Wece'elnakum şuûben we qebaîlen litearefû.İnne ekremekum indellahi heqqum.”(Hucurat, 13) Ben sizi millet millet, kabile kabile, şube şube yarattım. Ta ki birbirinizi tanıyasınız, sevesiniz diye yarattım. Yani milliyetin yaratılması da çok hikmetleri vardır. Abes bir şey değildir. Bugün dünyada yüzlerce millet vardır. Her milletin kendine göre özelliği vardır. Bediüzzaman da diyor: “Ben Kürdistan’da doğdum” ve kendisine “ben Kürdüm” diyor. Hatta Divan-ı Harp’te der ki: “Fahr(övünmek) olmasın, biz ki Kürdüz, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. İnne wel hiletu fiterki hiyel.(En iyi hile, hileyi terk etmektir)” Bu kadar sahih beyanları var. Devamlı olarak bu çizgide, Eski Said devresinde dahi, müspet milleti kullanmıştır. Kendi milletini sevmiştir. Çünkü o millet, “ey meşaix we rüsea olan millet-i Ekrad” diyor. Yani: “Ey ulemaların ve şeyhlerin kaynağı olan Kürt milleti” diyor. Bütün bu kadar sahih ifadeler varken, hala bazılarının bunun Kürtlüğünü saklayanlar, inkâr edenler, kendisini Türk yapıp, seyit yapıp, değişik isimler takanlar var. Üstad diyor ki: “seyit olanın seyit değilim dese, seyit olmayanın da seyidim dese ikisi de haramdır.” Bu kadar açık bir meseleyi Nur talebesi ismini taşıyanlar işliyorlarsa bizim onlara bir sözümüz yok.
Mizgîn: Görüyoruz ki Üstad’ın görüşlerinde, ırkçılık ile yurtseverlik arasında büyük bir fark var. Said-i Kürdi menfi milliyeti anlatırken bunun haram olduğunu anlatır. Der ki bunda bir unsurun-yani milliyetin – başka bir unsuru yani başka bir milliyeti kendi içinde eritmesi, asimile etmesi, yani köklerinden uzaklaştırmasını ırkçılık olarak tanımlıyor. Ki Üstad dahi, bunu Kur’an naslarıyla, ayetleriyle karşı çıkmış, men etmiştir.

M. Sıddık ŞEYHANZADE: En büyük tavır koymuştur. Bütün ifadeleri, bütün külliyatı buna karşıdır. Yani bugün Bediüzzaman’ın çizdiği çizgi Kur’an-i caddeyi Kübra Kuraniyedir. Ne kadar beşeri anlayışlar varsa, ne kadar ırkçı anlayışlar varsa hepsi Bediüzzaman’ın menfurudur(nefret etmiştir), hiçbir zaman bunları tasvip etmemiştir. Bütün ifadeleri aynıdır.
Mizgîn: Hocam, “Said-i Kürdi’nin Diliyle Orta Şarktaki Milletlerin Yeniden Dirilişi” kitabına baktığımız zaman Üstad Kürtler için şöyle bir emir veriyor. “Kendinize ayrı bir pınar yapınız, ey Kürtler görüyorum ki bizde pınar yoktur” şeklinde başlayan bir paragrafı var. Ve devam ediyor. “Biz uzaktan gelen kokuşmuş pis suları içiyoruz. Onun için ey Kürtler “kendinize” pınar yapınız.“ Şimdi hocam, Said-i Kürdi’nin bu analizini ve arzusunu nasıl anlamak lazım? Bediüzzaman bununla, Müslüman Kürt halkını kendi yönetiminde, kendi bayrağıyla yaşaması hakkıdır, anlamına gelebilir mi?

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Bunu bilmek fazilet değildir. Herkes bunu bilmelidir ki Bediüzzaman’ın istediği çığır, hakların verilmesidir; meşrutiyeti de onun için savunuyor. Diyor ki: “Meşrutiyet-i meşrai dört mezhebin de istediğini ben ispat ettim.” Onun için bak bunu niye istemiştir. Bütün meseleler içerisinde Kürtlerin de müstakil-ayrı bir millet olduklarını söylüyor. Güneş sistemi gibi bir mizan kurunuz diyor. Yani herkes kendi yörüngesinde hareket etsin diyor. Kendisi müstakil olsun, ayrı sistemi olsun, hiç kimse hiç kimseye tahakküm etmesin. Bediüzzaman’ın istediği, arzu ettiği sistem budur. Zaten bugün Cemal Kutay’ın bir şeyi var.

Diyor ki: Bediüzzaman Almanya’da iken kendisine havlu getirirler. Havluyu getirene dedi ki, şu havluyu git ütüle bana getir. Ona mikrop bulaşmamasını arzu ediyordu. Bundan sonra İsviçre’ye gitti. O gün İsviçre’de dört ayrı unsur-millet vardı. Yani Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar hepsi orada bina etmişlerdi, yani bir aradaydılar. Ama dört tane ayrı lisanlarının yazışmalarının yapıldığını o eyalet sistemini görmek istiyordu. Ve onu arzu ediyordu, gitti, gördü ve geldi. Bizatihi tatbikatını yapsın, gelsin kendi memleketinde bunu kursun. İşte bugün Türkiye’nin sancısı budur. Türkiye milletler, birlik-üniter yönetimi adı altında birbirine düşen düşmanlar haline getirildi. Bu büyük bir cinayettir. Ne oluyor, Kürdüyle Türkü aynı dine mensup oldukları halde birbirine düşman oluyorsa, bu İslam’a yapılan en büyük ihanettir. Bunun için bunları “bütünleştirmek ve ayrıştırmak” gerekir ki gerçek bütünlük meydana gelsin. Gerçekten bugünkü kavga ve sancıların ana sebebi, bu milletlerin birbirlerini tahkir görmeleri-aşağılamaları-, hakir görmeleri sonucu bir kavga içerisindedir. Onun için yalnız ne yapmak lazım. Gerçekten İslami bir potansiyel içerisinde Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla, Çerkeziyle, Üstad’ın deyişiyle “Cemahiri Mütefekiya İslamiye –İslami Birleşik Devletleri” vücuda gelmesi için bir düzenlemenin olması gerekir ki gerçek müttehit, ittihat etmiş unsurlar dövüşü-kavgayı sona erdirmiş olabilsinler. Tek çare budur.


Mizgîn: Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyoruz. Bundan sonraki çalışmalarınızda size başarılar diliyoruz.

M. Sıddık ŞEYHANZADE: Ben de sizlere teşekkür ediyorum.


http://www.ihvanforum.org/risale-i-nur/70255-risale-i-nurdan-secmeler/
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://nurgulce.blogspot.com
AKEVLER[HACER]
Admin
Admin
AKEVLER[HACER]


Mesaj Sayısı : 2365
Yaş : 65
Nerden : izmir
Reputation : 20
Kayıt tarihi : 09/02/10

Risale-î Nur'dan Seçmeler Empty
MesajKonu: Geri: Risale-î Nur'dan Seçmeler   Risale-î Nur'dan Seçmeler Icon_minitime09.04.10 19:11


"Seni her
türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz
yoktur. Muhakkak ki Sen, ilmi ve hikmeti her şeyi kuşatan Alîm-i
Hakîmsin." (Bakara Sûresi,32).

EMEGİNE SAGLIK.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Risale-î Nur'dan Seçmeler
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Risale-i Nur'dan Vecize ve Anekdotlar
» Risale-i-nurdaki-risaleler-hizli-erisim/

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
RavzaGul.com :: İSLAM :: Risalei-Nur-
Buraya geçin: